Hutbeler
İnsan Hakları
- 14 Aralık 2023
- Yayınlayan: Erdemliler Yolu
- Kategori: Cuma Hutbeleri (Türkçe)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلَّا تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi adâletsiz davranmaya sevketmesin! Adâletli olun; takvâya en uygunu, en yakışanı budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır. (Maide: 8)
عن أبي هريرة -رضي الله عنه: «مَنْ كَانَتْ عِندَهُ مَظْلَمَةٌ لِأَخِيهِ، مِنْ عِرْضِهِ أو مِنْ شَيْءٍ، فَلْيَتَحَلَّلْهُ مِنْهُ اليومَ قَبْلَ أَن لا يَكُونَ دِينَارٌ ولا دِرْهَمٌ؛ إِنْ كَانَ له عَمَلٌ صَالِحٌ أُخِذَ مِنْهُ بِقَدْرِ مَظْلَمَتِهِ، وَإِن لَمْ يَكُنْ لَهُ حَسَنَاتٌ أَخَذَ مِنْ سَيِّئَاتِ صَاحِبِهِ فَحُمِلَ عَلَيْهِ».
[رواه البخاري] المزيــد
Ebû Hüreyre -radıyallahu anh-’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: «Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya başka bir şey ile ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır. (Hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir. ]Sahih Hadis;Buhârî rivayet etmiştir]
Muhterem Müslümanlar! Hutbemiz, İnsan Hakları hakkındadır.
Müslümanlığa göre insanlar analarından hür doğmuşlardır. Hak ve kıymet açısından hepsi birbirine eşittir. Düşünce hürriyeti, ifade hürriyeti, vicdan hürriyeti vazgeçilmez haklardandır.. ve yine Müslümanlığa göre ırk, cins, renk, dil, din ayrımı yapılmaksızın herkes aynı hak ve aynı imkânlara sahiptir. Ayrıca, bu haklar, insanın ruh ve beden gibi iki ayrı yanıyla alâkalı büyük-küçük bütün hukukunu ve bugün oluşmuş bulunan, yarınlarda oluşacak olan onun her çeşit haklarını da içine alır.
Bizim dünyamızda insan hakları, İslâm’ın ilk çıkışıyla geniş bir şekilde ortaya konmuş; Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha sayesinde herhangi bir farklı anlayışa meydan vermeyecek şekilde, hem de tavzih ve tasrih üslûbuyla âdeta yeniden bir kere daha vaz’edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim her konuda olduğu gibi bu hususta da ayrıntı ve detaylara inerek, kendine mahsus o özel üslûbuyla insan hakları diyeceğimiz konuların hemen hepsine temas etmiş ve bunların korunmasıyla alâkalı ciddi tahşidatta bulunmuş, hakların durumuna göre hususî müeyyideler/cezalar vaz’etmiş; Efendimiz (ASM), uygulamalarıyla her şeyi açık ve net olarak ortaya koymuş ve bunların aynı zamanda birer Allah hakkı olduğunu ihtar ederek bunlara mutlaka riayet edilmesi lâzım geldiğini ısrarla vurgulamıştır.
Aslında İslâmî terminolojide bütün haklar, temelde Allah’ın iradesinden gelen ve O’nun tarafından insanoğluna emanet edilen cebrî-lütfî birer ihsandır. Armağan türünden bu emanetler, daha insanın ilk yaratılışıyla ona bahşedilmiş, alınıp satılmaz, azaltılıp çoğaltılmaz, değiştirilmez bir hususiyeti haizdir. Bunun en sağlam teminatı da toplumu teşkil eden fertlerin bu hususu içlerine sindirerek tabiatlarının bir yanı hâline getirip canları gibi aziz bilmeleri ve koruyup kollama cehtleridir.
Bu da ancak, bu hakların Allah tarafından bahşedildiğini kabullenen, O’nun her lütfuna karşı saygılı davranan, hayatını fevkalâde bir titizlikle istikamet içinde geçiren, bugünkü her davranışının yarın bir hesaba dönüşerek karşısına çıkacağına inanan, hakkı tanıyan ve her zaman ona karşı hürmet hisleriyle oturup kalkan bir toplum içinde mümkün olabilir/olabilecektir.
Peygamber (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) hicretle Medine’yi şereflendirdiğinde, değişik inanç, değişik düşünce ve farklı etnik guruplarla yaptığı sözleşmeye (Medine Sözleşmesine) milimi milimine riayet etmiş; dini, ırkı, sosyal seviyesi ne olursa olsun, fevkalâde bir hassasiyetle herkesin hukuku gözetmiş ve uzak-yakın çevreye göre ‘Medine-i Münevvere’ bir ‘dâru’l-emân’ (emniyet beldesi) hâlini almıştı. O çağ bir altın çağdı ve Peygamber Köyü de Cennet bahçelerinden bir bağdı. O çağa yakın duranlar Hakk’a da halka da yakın oldular ve her ikisinin de hakkını gözettiler; ancak yaşantı ve yönetimleriyle ondan uzak heva ve heveslerine yenik düşüp yaşadıkları asırları karartanlar da O’nun ümmetinden olduğunu söyleyen kimse bile olsalar serâb olup-türâb olup gittiler.
Sultanü’l-Enbiyâ (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), hayat-ı seniyyeleri boyunca, sürekli insan hakları üzerinde durmuş; bunların büyüğünün önemini ihtar etmiş, küçüğünün de hakir görülmemesini hatırlatmıştı; O ‘Küçük, küçük görüldüğü sürece küçük değildir.’ diyor, büyüklerin çiğnenmesini de Allah mehafet ve mehabetinin serhatleriyle (sınırlarıyla) engellemeye çalışıyordu. O her zaman söylediklerini uyguladı, her zaman kararlı davrandı, her zaman aynı hassasiyet ve meziyetlerle bilindi, tanındı ve mü’min sinelerde sarsılmaz tahtlar kurdu.
Rabbine yürümeden az önce, menâsik-i hac esnasında, on binleri aşan ruhanileşmiş mübarek bir topluma son bir kere daha, dinleyenlerin şahsında kıyamete kadar gelecek ümmetine bu haklari özetliyordu. Aslında bu nuranî beyanların her biri başlı başına insan hakları adına önemli birer belge mahiyetindedir. Nebiler Sultanı Efendimiz (sav) hakperestliğinin gereği, o güne kadar ifade lütfunda bulunduğu gerçekleri, son bir kere daha herkese ilan ediyor ve vefalı muhatapları da bu beyan cevherlerinin tek kelimesini dahi kaçırmadan hafızalarına alıyor, sindiriyor ve ardından da yaşayarak arkadan gelenlere örnek oluyorlardı.
Söz Sultanı o gün Allah haklarından aile hukukuna kadar her konuya temas etmiş ve âdeta risaletinin özünü, usâresini ortaya koymuştu. En büyük hak Allah hakkıydı; O da bununla başlıyor, sonra da derecesine göre hemen her hakka temas ediyor; hiç olmazsa bir ima, bir işaretle her şeyi seslendirmeye çalışıyordu. İlk sözü: ‘Allah’tan korkun, O’na karşı gelmekten sakının!’ oluyordu.. ve arkasından da O’na itaat etmelerini tavsiye ediyordu. Aslında, Allah’a iman, O’na itaat ve saygıda bulunmak bütün insanî haklara da saygılı olmanın bir teminatı ve müeyyidesiydi. Aksine, bu esaslar kabul edilmediği takdirde diğer haklara karşı saygılı olmak da oldukça zor, hatta imkânsızdı.
Sonra dönüp bütün samimiyet ve içtenliğiyle insanlara sesleniyor; eşlerin birbirlerine karşı vazife ve sorumluluklarını hatırlatıyor; kadınların birer emanet oldukları üzerinde ısrarla duruyor; toplumun bir rükn-ü rekîni olan aile ahengiyle alâkalı esasları Allah korkusuna bağlayarak bir kere daha ihtar ediyor ve yerleşik bütün cahiliye teâmüllerini ayakları altına alıyordu.
Malın, canın, aklın, dinin, neslin korunması etrafında son sözlerini söylüyor; bu hususlarda tahşidat üstüne tahşidatta bulunuyordu. O, yepyeni bir ses ve solukla hem farklı şeylerden bahsediyor hem de âdeta öbür âlemin kenarında durmuş da insanlara ötelerden sesleniyor gibi, gönüllerde ürperti hâsıl ediyordu. ‘İnsanlar! Rabbiniz birdir, hepiniz Adem’densiniz, Adem de topraktandır.‘ sözleriyle sesini yükselttiğinde, çağımızın da problemi olan bir vebaya dikkatlerimizi çekiyor ve kadrini bilen basiret insanlarına da bu problemi çözmek için bir altın anahtar sunuyordu.
Bu hutbelerde, her söz, her beyan ötelere bağlanarak seslendiriliyor; herkesin bir ulu divanda iğneden ipliğe sorgulanacağı hatırlatılıyor ve herkes haklara saygılı olmaya çağrılıyordu.
İslâm, asırlarca evvel, suç ve ceza mevzuunda kanunîlik ilkesini vaz’ediyor; kesinleşmiş bir suç olmadığı takdirde kimsenin suçlu sayılamayacağını, zanlının da diğer insanlar gibi haklarının bulunduğunu ve bunların kat’iyen onun elinden alınamayacağını; ihtimallere binaen insanların sorgulanamayacağını; kimseye işkence edilemeyeceğini; her hakkın muhterem olduğunu; insan haklarıyla alâkalı hiçbir şeyin küçümsenemeyeceğini; kuvvetin hakkın emrine tâbi olması lazım geldiğini ve hiçbir zaman hakkın kuvvete feda edilemeyeceğini kemal-i ciddiyetle hatırlatıyor, herkesi hakka saygılı olmaya çağırıyor, her zaman hakkın hâmîsi olduğunu bir kere daha gösteriyordu.
Biz, bize ait değerlerimizle ayakta olduğumuz sürece hep böyle inanmış, böyle yaşamış ve böyle davranmıştık. Gün gelip de – tıpkı günümüzde olduğu gibi- iman, İslâm, ihsan gibi önemli irtibat noktalarında kırılmalar, çatlamalar olunca, hakkın yerini bâtıl almış; haklar çiğnenmiş; zulüm başını alıp gitmiş, her yerde kaba kuvvetin hırıltıları duyulmaya başlamış; Allah da emaneten lütfettiği kardeşlik şuurunu, emniyet hissini, şefkat duygusunu, hak saygısını çekip elimizden almış. Bir daha verir mi-vermez mi bilemeyiz ama, O, şimdiye kadar emanette emin, iman, İslâm, sabır ve hak kahramanlarına her zaman bunları veregelmişti.
Rabbimiz bizleri; vaade vefa ve hakka adanmışlık ruhuyla O’na teveccüh eden kullarından eylesin.
Yazar: Erdemliler Yolu
Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.