Hutbeler
İbadetlerin Fihristi: Namaz
- 17 Ekim 2024
- Yayınlayan: Erdemliler Yolu
- Kategori: Cuma Hutbeleri (Türkçe)
وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِعِينَ
“Namazı tam kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle beraber siz de rükû edin.” (Bakara Sûresi, 2/43)
Muhterem Müslümanlar!
Bütün ibadetlerin fihristi olan namaz, müminler için müjdeler taşır. Haşyet ve saygı dolu bir gönülle rahmet ve kerem sahibi Rabbimiz’e karşı, namaz adı altında kulluğumuzu eda etmemiz, dünyevî ve uhrevî saadetimizin ve bahtiyarlığımızın müjdesini taşır.
Şahsî kulluklar arasında namazla boy ölçüşecek ikinci bir ibadet tasavvur etmek mümkün değildir. Namaz, kullukların bütününün ruhunu özünde taşımakta, üzerinde hepsinden bir iz, bir işaret bulundurmaktadır.
Ara sıra mükellef olduğu sair ibadetler vakti gelince insanın omuzuna biner. İnsan onları eda eder ve mükellefiyetten kurtulur. Fakat namaz, sürekli insanın Allah’la alâkasını temin eder. Onun rahmetle bağını kurar. İnsan, yerine göre günde beş defa, hatta bazen en tatlı hazlarını terk etmek suretiyle kalkar, bu bağı kurmaya çalışır.
Onun içindir ki büyük bir davayı yüklenerek gelen beşerin en büyüğü Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), namaza en büyük ehemmiyeti veriyordu. Kur’ân-ı Kerim namazın etrafında çok ciddi tahşidat yaparken Efendimiz de namazın dinin direği, kişinin mahşerde ilk hesaba çekileceği amel olduğunu haber veriyordu. Bizzat kendisi bu meseleye çok büyük ihtimam gösteriyorlardı. O, günde beş vakit namazla iktifa buyurmuyor, yetinmiyordu. Bu münacat ve sılanın gecede dahi devam etmesini diliyor ve bunu yapmaya çalışıyordu.
Kendisi için bir mükellefiyet saydığı gece namazını eda edemezse arada boşluk olmasın diye âdeta kaza ediyordu. Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlayıp da daha sonra ara verdiği veya bıraktığı bir amel görmek mümkün değildi. Sadece ümmetine kolaylık olsun diye bazı meseleleri ara sıra terk ettiği düşünülse dahi gece belki onun kat kat fazlasını yapmak suretiyle kendine göre o boşluğu dolduruyordu.
Bu ruh ve bu şuur içinde yaşamış, aralıksız Allah’a doğru kanat çırpmış ve yükselmeğe çalışmıştı. Vefat ederken de başka şey düşünecek değildi ki! Onun son dakikalarını Hazreti Âişe vasıtasıyla öğreniyoruz:
Saadet hanesinin kapısı mescide açılıyordu. O, bir ayağının evinde, ailesinin içinde, bir ayağının mescitte olmasını düşünüyordu. İtikâfa girdiği zaman ara sıra başını saadet hanesine uzatıyordu. Maddî varlığı ile de âdeta ikiye bölünmüştü. Yarısı evinde, yarısı da mescidinde bulunuyordu. İşine giderken mescidinden geçip gidiyor; namazını kılıyor, oradan öyle ayrılıyordu. Evine girerken mescidine uğruyor, namazını kılıyor, öyle evine giriyordu. Onun için namaz bir yol, mescit de bir uğrak yeri olmuştu. Allah’a yükselinecek yer, imkân-vücûb arası makam olmuştu. O, bu yoldan bir an dûr olmadan ilerlemişti. Son dakikalarını da işte bu heyecan içinde geçiriyordu Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Sahabi O’nsuz saf bağlayıp Rabbin huzuruna durmak istemiyordu. Her sahabide gönül bu istikamette atıyor; kalb bu istikamette bir manayı gösteriyordu. Rabbimiz, vasıtasız herkesin ibadetini kabul buyurur. Fakat şu Muktedâ-i Küll, Rehber-i Ekmel’in arkasında, ebedî mihrabımıza teveccühün bir neşvesi vardır ki biz, âdeta Resûl-i Ekrem’in arkasına sığınarak kulluğumuzu O’nun vesayası altında Allah’a takdim ediyoruz. İşte bunu O’nsuz duyamayız. O’nu önümüzde gördüğümüz zaman duyacağımız şeyleri başka zaman duyamayız.
Namazın vakti geçmek üzereydi. Ne var ki onlar, kalkıp saf bağlayıp namaz kılmak istemiyorlardı. Hep önlerinde O’nu görmüş, O’nun arkasında namaz kılmaya alışmış, sûzişî nağmeleri altında ara sıra kendilerinden geçmiş, çoğu zaman daha secdeye varmadan ayaklarının bağı çözülmüş, secdeye kapanmış, buradan ayrılmak istememişlerdi. O da cemaatinin önüne çıkmayı, onlara namaz kıldırmayı düşünüyordu. Ama gel gör ki, hastalık O’nda takat bırakmamıştı ki mescide gelebilsin.
Humma O’nu kıskıvrak yakalamış, bir adım atmasına dahi imkân vermiyordu. Az kendine gelir gelmez “Namaz!” diyor ve ekliyordu: “Başımdan aşağı bir kova su dökün, ben kendime gelirim.” Başına bir kova su döküyorlardı. Az kendine geliyor, doğruluyor, sonra yine kendinden geçiyordu.
Sahabi ise mescitte imamını bekliyordu. İmam, cemaatinin önüne çıkacağı anı intizar ediyordu. Heyhat ki bunlar son düşüş kalkışlardı. Bir daha O, cemaatinin önüne gelemeyecek, secdeye kapanamayacaktı. Son dakikalarını yaşıyor, “Bir kova daha su dökün.” diyordu. Başından aşağıya kovalarla su boşaltılıyordu. Diğer tarafta ise sahabe gözyaşı döküyordu.
İmam gelmiyordu, gelmiyordu, gelmiyordu. Cemaat, imamın hasreti içinde; imam, namazın hasreti içinde kıvranıp duruyordu. İmamı böyleyken cemaati de böyleydi.
Allah hiç olmazsa bu mananın zerresini bizlere lütfetsin, bizi bu ufka ulaştırsın.
Son gündü; ecel yeli mülkünde esmeye başlamıştı. Felek adım adım O’nun mülküne yaklaşıyordu. Sur sesi gelmeye, hususi kıyametinin kopması için sebepler meydana gelmeye başlamıştı. Cemaat yine intizar içindeydi. Bir aralık odasının perdesi açılınca bütün yüzler güldü. İmam geliyor diye sevinmişlerdi. O, perdeyi kaldırmıştı, ancak ona da “Artık geleceksin!” denmişti. “Mele-i A’lâ, etekleri mücevherlerle dolu Seni bekliyor, biraz da semalara şeref vereceksin; yeter yerde kaldığın, ey semalı ve arzlı, geleceksin.” Vicdanı bu sesi duymuştu.
Perdeyi kaldırdı, cemaatini mükemmel buldu. Önlerinde nadide imam Ebû Bekir vardı. Tekbir alıp cemaate namaz kıldıracaktı. Bakışlarıyla, gayri bundan öte bu cemaat her şeyi halleder, der gibiydi. Tebessüm buyurdular. Eller açıldı, perdeyi indirdiler.
Ve bir daha da cemalini kimse görmedi. Ebû Bekir o cemali ancak birkaç saat sonra, evinden Efendimiz’in mübarek hanesine gelince görmüş, “Ölümün de hayatın kadar güzel!” demiş, o pâk alnından öpüvermişti.
Resûl-i Ekrem, son dakikalarına kadar namazın heyecan ve helecanını yaşamıştı. “Namaz, namaz!” demiş, yaşamış, “Namaz, namaz!” demiş, kovalarla suyu başından aşağı döktürmüş, yine “Namaz, namaz!” derken kanat çırpıp Rabbine yönelmişti.
Hazreti Ömer sinesinden hançeri yemiş, ölümün heyecanları içinde çırpınıyordu. Mescitten ezan sesleri yükseliyor, “Namaz! Emîra’l-müminîn” deniyordu. “Ha kalktım işte!” diyor ve zorla doğrulmaya çalışıyor. Her hareketinde içinden dışarıya bir şeyler çıkıyordu. Kaybettiği kandan, dudaklarını hareket ettirecek hâli kalmamıştı. Mosmor olan dudaklarıyla, namaz, diyor, heyecan duyuyor; namaz diyor kıpırdıyor; namaz diyor, harekete geçiyordu. Kalkabilir miyim, diye çırpınıp duruyor ama kalkamıyordu. Ömer ruhunu “Namaz, namaz!” diye diye teslim ediyordu.
Ömer’in sinesine hançer de namazda saplanıvermişti. Namaz aşığı insanın vuslatı namazda olmuştu. Allah Resûlü buyurmuşlardı: “Kulun Rabbine en çok yaklaştığı an secde anıdır. Öyleyse orada çokça dua edin.” Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, tatbîk 78. Dudağı, bu müjdenin tebessümüyle süslü iken sinesinden hançeri yemişti. Belki orada, bütün esbabın sukût ettiği anda, “Allah’ım!” diye feryat edivermişti. Ve kimbilir bu ses semalarda nasıl mevceler yaptı; Arş’ta nasıl makes buldu, lâhut âleminde nasıl makes buldu. Biz bunu takdir edemeyiz. O da namaz diyerek bu bezme girmiş, namaz diyerek yaşamış, namaz diyerek Rabbin huzuruna varmıştı.
Namaz diyen kime baksanız aynı şeyi göreceksiniz. O, üzerimizden atacağımız bir angarya değildir. O, Rabb’e yakın olmanın ifadesidir.
Allah Resûlü şöyle buyurur: “Mümin, secde âyetini okuyup yüzünü yere koyduğu ve bu sayede Rabbine yaklaştığı zaman şeytan kaçar, ayrılır oradan ve “Eyvah bana!” diye feryat eder. Bu kişi secdeyle emrolundu, secde etti, cennete ehil hâle geldi, Rabbin rızasını kazandı. Ben de secde ile emrolundum ancak isyan ettim, benim için cehennem mukadder oldu, der, vâveylâyı basar ve kaçar gider.” Müslim, îmân 133; İbn Mâce, ikâme 70.
Ey mümin, seni şeytandan uzaklaştıran namazdan bir an uzak olma! Hususiyle secdeye çok ehemmiyet ver. Bahane ara Rabbine secde etmek için, başını yere koymak için, derdini O’na şerh etmek için.
Kur’ân’da kurtuluşa eren, Firdevs cennetine vâris olan müminler haber veriliyor. قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ (1) الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ (2) وَالَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ 1 – Muhakkak ki müminler, mutluluk ve başarıya erdiler. 2 – Onlar namazlarında tam bir saygı ve tevazu içindedirler. 9 – Onlar namazlarını vaktinde eda edip zayi etmekten korurlar.” Mü’minun/23;1,2,9.
Cenab-ı Hak, kalplerimizi ibadet neşvesine doyursun. İbâdet ü taate karşı yabancılaşmış, namazı angarya kabilinde eda eden, formalite olarak sunanlara namazın gerçek manasını duyursun. Âmîn.
Kaynak: Biraz tasarrufla “Gönül Nameleri Hutbeler” kitabındn alınmıştır. 8 Eylül 1978, Merkez Camii, Bornova-İzmir.